Yazı: Simay Engür
19’uncu yüzyılın sonlarında tişört, İngiliz denizcilerin üniformalarının altına giydiği iç çamaşırları olarak biliniyordu. İngiliz Kraliyet Donanması’nın izniyle bazen güvertede çalışırken de giyebiliyorlardı. Amerika’da da durum farklı değildi, erkeklerin iç çamaşırı olarak kullandığı; özellikle işçi sınıfınınsa zaman zaman hafta sonu izinlerinde ‘sendika üniforması’ misali üzerine giydikleri kimlikleriydi. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte tişörtün alt kültürü temsil eden maskesi, yerini kahramanlık mertebesine bıraktı. Amerikan askerlerinin savaş sırasında ve sonrasında çekilen tişörtlü fotoğrafları, ona kahramanlık atfedilmesine sebep oldu. Hal böyle olunca tişört, bugünkü cinsiyetsiz tavrının tam zıttı bir surette son derece erkeksi çağrışımlar ablukasıyla çevrelenmişti. Tişörtün iç giyimden dış giyime geçmesi, arzu tramvayının mutlak durağı Hollywood’da gerçekleşti. 1950’lerden itibaren özellikle Marlon Brando’nun stili beyaz tişörtleri kucaklıyordu; ancak ne var ki hala kadınların uzağında, testosteronla eşleştiriliyorlardı.
james dean (1955)
Hollywood ekolü
1951 yapımı A Street Named Desire filmindeki stiliyle Marlon Brando, devrimin ateşini fitilledi. Tişört artık asiydi; çünkü geçmişte yalnızca bir iç çamaşırıydı. Tabuların yıkılışında Brando’nun etkisi azımsanmayacak olsa da; tişörtün bugünkü itibarı James Dean’le şekillendi. 1955 yılını sallayan Rebel Without a Cause filminde Jim Stark olarak karşımıza çıkan Dean, deri ceketi ve beyaz tişörtüyle modaya vazgeçilmez bir ekol kazandırmış oldu. Tişört giymek artık son derece cool ve yıkıcı bir etkiye sahipti. Politik yıkıcılığı, eskiden tek bir sınıfı göğüsleyen gururlu geçmişinden geliyordu. 1960’lı yıllardan itibaren serigrafi teknolojisindeki gelişmelerle birlikte baskılı tişörtler son derece popüler hale geldi. Serigrafiyi popülerleştiren bir diğer isimse Andy Warhol oldu. Baskı artık sanat ve gündelik hayat arasındaki ince çizgiye mal olmuştu ve bu da baskılı tişörtlere talebi artırıyordu. Amerika’da tişört artık ne yalnızca işçilere ve askerlere ne de film yıldızlarına aitti…
Jane Birkin, Serge Gainsbourg/1976
Mesaj kaygıları
60’ların Amerika’sının özgür yüzünde tişört artık sokağa çıkmayı başarmışken; İngiltere’de hala yaygın değildi. Ancak İngiliz tasarımcı Barbara Hulanicki statükoyu bozmaya niyetliydi, tişörtü modaya duyarlı gençlere pazarlamayı kafasına koydu. 1964 yılında kurduğu ünlü Biba markasıyla birlikte, tişört İngiltere’de de yaşam tarzının bir parçası oldu. Biba’nın müdavimleri arasında Twiggy, David Bowie, Bianca ve Mick Jagger da vardı. Bu defa da dünyaca ünlü rock yıldızlarıyla eşleştirilen tişörtler müzik festivallerinin üniforması haline geldi. Özellikle 70’lerde sanatçı John Pasche’nin tasarladığı Rolling Stones logolu tişörtler yükselişteydi. Aynı yıllarda New York Times, tişörtün kuvvetli bir mesaj aracı olarak kullanıldığına dair bir makale yayınladı. Belirli bir kültürel hareketin ya da grubun mesajını üzerinizde taşıyabileceğiniz boş bir tuval halini alıyordu. 1984 yılında moda tasarımcısı Katharine Hamnett’in dönemin İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ile görüşmeye nükleer karşıtı slogan içeren bir tişörtle gitmesi, tişörtlerin politik göndermelerle flörtünün en parlak anlarından oldu. Ayrıca yine Hamnett’in tasarladığı ‘Choose life’ sloganlı tişörtse dönemin en ikonik kıyafetlerindendi. Günümüzde de politik ve çevreci meseleleri göğüsleyen sloganların yaratıcısı Vivienne Westwood, o yıllarda da tişörtün devrimci yüzünün temsilcilerindendi. Mesaj kaygısı ve tişörtün en çarpıcı buluşmalarından bir başkasıysa, sokak sanatçısı Keith Harring’in AIDS farkındalığı için tasarladığı tişörtlerdi. Yankı uyandırıyorlardı çünkü ünlü sanatçının kendisi de 1990 yılında AIDS’ten hayatını kaybetti. Hem giyenler hem de yaratanlar göz önünde bulundurulduğunda, tişörtler artık testosteron etkisinden ayrılıp bütünüyle cinsiyetsiz, sınıfsız ve en saf haliyle demokratik bir giysi halini aldı.
Margaret Thatcher, Katharıne Hamnett/1984
Keith Harring tasarımı tişört ve Susan Sarandon/1991
Mick Jagger/1975
George Michael, Andrew Ridgeley/1984
Feminizm trend olabilir mi?
Çok değil yalnızca üç yıl önce Dior’un ilk kadın kreatif direktörü unvanını kazanan Maria Grazia Chiuri, imzasını taşıyan ilk koleksiyonda; başarısını global bir meseleyle kutladı. Defilenin kilit noktasında sloganlı bir tişört karşımızdaydı: We Should All Be Feminist. Nijeryalı feminist yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin aynı isimli bir kitabından referans alan bu tişört başta ılımlı karşılansa da; ilerleyen günlerde 710 dolarlık satışıyla çok eleştiri aldı. Ancak Dior vazgeçmedi ve 2019-2020 Sonbahar/Kış Koleksiyonu’nda ‘Sisterhood (Kız kardeşlik)’ temalı tişörtleriyle feminist manifestosunu yeniden ortaya koydu. Günümüzde girl power, future is female ve türevleri gibi sloganlı bir tişörte her yerde rastlamak mümkün. Zamanında sloganlı tişörtleri propaganda aracı olarak kullanan aydınların, müzisyenlerin, oyuncuların ve sanatçıların bugün modanın kısır döngüsünü yaratmış olduğunu söyleyebiliriz. Neden derseniz; modaya giren sloganlar bir süre sonra mesaj vermek yerine, arzu nesnesine ve hayal ürünü kimliklere dönüşüyor. Feminizmin derinlerine inmek mi, yoksa üzerinde ‘kadın gücü’ yazan bir tişörtü sırf trend diye giymek mi? Karar sizin….
Bugün bugündür
Vetements’in 2020 İlkbahar/Yaz Koleksiyonu’nda Fransızca, Arapça ve İngilizce olarak son derece tartışmalı bir slogan yükseldi: Don’t Shoot yani ateş etme. Marka bu tasarımıyla, 1982 yılında Lübnan’daki savaş sırasında gazetecilerin giydiği tişörtlere gönderme yaptığı için hala çok eleştiriliyor. Christopher Kane ise 2019 İlkbahar/Yaz Koleksiyonu’yla klişeleşmiş iç çamaşırı siluetleri olan kırmızıyı ve danteli sokak modasına eviriyor ve tişörtlerindeki ‘Sexual Cannibalism’ sloganıyla cinsel yamyamlığın altını çiziyor. Tişörtler yüksek modanın yürüdüğü podyumlarda, sokakta, bazen gömleğin altında, eylemlerde, zengin ve fakir herkesin dolabında. Anın havasını yakalamayı başaran ilk ve tek kıyafet!
Vetements
Christopher Kane